4 Eyl 2012

Necip Fazıl'ı Analım



“Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme artık neye yarar?”

       Bu eşşiz mısraların ve daha nicelerinin sahibi Necip Fazıl. O, kendi poetikasını yazmış bir şair olarak değerlendiriliyor. Modern Türk şiirinin dava ve fikir adamı kimliğiyle Türk düşünce hayatının baş aktörlerinden. Onunla lise yıllarımda tanıştım. Şiirlerinde hep kendimden bir şeyler buldum. O, yazdıklarıyla benim sorularımı cevaplandırır gibiydi, çelişkilerimi çözümlüyor, içimi rahatlatıyordu. Lise yıllarında henüz şekil ve istikrar kazanmamış siyasi görüşlerim, dine bakış açım, maddiyat ve maneviyatın gündelik yaşantımdaki önem ve konumu Necip Fazıl’ın şiirlerinde yön buluyordu. Bu büyük şair, elinde tuttuğu kalem ve ruhunda taşıdığı yazma aşkıyla adeta beni besliyor, ruhumu dinginleştiriyordu. Felsefe derslerinde arkadaşlarımla ateşli tartışmalara tutuştuğumuz irade-kader çatışmasını, İslam dininde akılcılık ve teslimiyet çıkmazını, ırkçılık- milliyetçilik ve dindarlık- bağnazlık gibi yıllardır üzerinde uzlaşılamayan kavramları zihnimde netleştiren o oldu. Şiirlerinde ve diğer yazılarında insanlık, ölüm, Allah, dava, aşk ve tabiat gibi konularda yönelttiği düşündürücü sorular, beni kendi doğrularımı kendim arayıp bulmaya itti. Türk şairleri arasında bu yüzden benim için yeri bambaşkadır Necip Fazıl’ın. Şiirlerini, romanlarını, makalelerini, öykülerini bıkmadan usanmadan okurum, ağır diline ve zaman zaman anlaşılması güç imalarına rağmen. Onu bilge bir hoca gibi görürüm, ancak babamın bile her nasihatına kulak asmadığım gibi, Necip Fazıl’ın her dediğini de hayatıma uyarlayamam. Yine de onun kaleminin mürekkebi elime yüzüme çıkmamacasına bulaştı bir kere. Onun kaleminin tükenmeyen mürekkebi, felsefi dünyamın topraklarına cansuyu oldu, ruhumu budaklandırdı.
       Beni ve daha birçok okuyucuyu derinden etkileyen değerli şairimiz Necip Fazıl da gençlik döneminde birçok insandan etkilendi, kimi zaman onların yolundan gitti, kimi zamansa kendi bildiği yoldan. Hayatı ve etkisinde kaldığı insanlar ise genel hatlarıyla şöyle:
       Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904 tarihinde İstanbul’da, Çemberlitaş’ta Sultanahmet’e doğru inen sokakların birinde başı gövdesinden büyük ve doktorların yaşamasına ihtimâl vermediği bir çocuk olarak doğdu. Eğitimli ve sosyoekonomik statüsü yüksek bir ailenin çocuğuydu. Doğduğu evi şiirlerinden birinde şöyle anlatıyor:
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem!
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları.
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin işte evim!

      Necip Fazıl, çok yaramaz bir çocuktu. Babasının arabasının tekerleğiyle oynarken arabanın altında kalıp kafasını yaralaması, konaklarının çamaşırhanesindeki kireç kaymağını yemesi, babaannesinin piyanosuyla sürekli yırtıcı sesler çıkarması onun yaramazlıklarından yalnızca birkaçı. Hatta Kafa Kağıdı adlı eserinde; daha sedef kakmalı beşiğinde olduğu zamanlarında yaptığı yaramazlıkları, hatta kustuğunu bile hatırladığını iddia ediyordu.
      Okumayla erken yaşlarda tanıştı, tutkulu bir okuyucu hâline geldi, ufkunu okumakla genişletiyordu. Ancak mekteplerle ilişkisi çok da takdire şayan değildi. Okuldan kaçıp ata biniyor, gezmeyi, eğlence parklarında dolaşmayı tercih ediyordu. Kişisel veya ailevi sebeplerden ötürü defalarca okul değiştirdi. Felsefe eğitimleri almasına, Harbiye’de 6 ay öğrenim görmesine ve daha sonra da 6 ay yedek subaylık yapmasına karşın daha sonraları bankacılığa yöneldi. Yazmaya başlamasının hikayesini ise şöyle anlattı:
Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim...
Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter...
Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde...
Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:
- Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
Gözlerim, hastahane odasının penceresinde...
Savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:
- Şair olacağım! Ve oldum.

       Aynı zamanda 1916 yılında "Ne oldumsa bu mektepte oldum" diyerek değerlendirdiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun en iyi okullarından biri olan Deniz Harp Okulu'na imtihanla girdi. Bu okulda Türk edebiyatının en önemli şairlerinden biri,olan Yahya Kemal Beyatlı, büyük İslam alimi Ahmet Hamdi Aksekili, bir hitabet ustası olan Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi önemli isimlerle tanıştı ve kaynaştı. Ayrıca “Aynı Göğün İki Uzak Yıldızı” olarak nitelendirilen ve düşünce anlamında iki ayrı kutup olan Necip Fazıl ile Nazım Hikmet bu dönemde aynı okuldaydı. Nazım Hikmet, Necip Fazıl’dan iki dönem üstteydi ve aralarındaki atışma ile rekabetin tohumları, ta o zamanlarda Türk şiirine kök salmaya başlamıştı.
      Necip Fazıl’ın çocukluk ve eğitim hayatından, edebi kişiliğine yol alırken, aslında onun eğitim hayatının, gittiği farklı okullarda tanıştığı arkadaşlarının, aile çevresinin büyük payı olduğunu görüyoruz. Örneğin şiir yazdığı ilk yıllarda, şiirlerini bir defterde toparlayıp Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na veriyordu, Karaosmanoğlu’nun beğendikleri Yeni Mecmua ve Anadolu Mecmuası’nda yayınlanıyordu. Onun özel hayatı ile edebi kişiliği iç içe geçmişti ve her daim düşünce yapısı şiirlerinde kendini belli ediyordu. Ona göre şiirde fikir ve duyum ön plandaydı. Sanatın nasıl ve niçiniyle uğraşacak ve onu böylece bir bütün olarak yaratabilecekti. Ozanlık, “Ruh burkuntuları, metafizik ürpertiler içinde mutlak hakikati arama işidir” diyordu. Kendisi deli dolu dönemlerinden olgunluğa, yetişkinliğe ulaşırken, şiirleri de onunla birlikte serpilip yol katetti. O, modern Türk şiirinin mistik şairi oldu. Kitaplarının sayısı yüze yakın: Öykü, oyun,, şiir, makale, deneme, eleştri, biyografi türünde birçok eser verdi. Ancak en çok şair olarak ön plana çıktı. Merdivenler, Sakarya Türküsü, Çile gibi bazı şiirleri uzun yıllar dillerde dolaştı ve hala dolaşmaya devam ediyor.  Aynı zamanda halk şiirimizin öz ve biçim yapısından yararlan­dı ve halk şiirimize Batılı, modern bir özellik kazandırdı. Divan, halk, Tanzimat ve batı edebiyatlarına fazlasıyla hakim olduğundan, akımları birbirine bağlamak, sentezlemek onun . için zor bir iş değildi.   
        Necip Fazıl’ı şiirleri yönünden inceleyecek olursak, birçok şiir kitabı yazmasına rağmen elimizdeki kendisinin kabul ettiği tek kaynak “Çile” adlı kitabı.  Bu şiir kitabında tüm şiirlerini ayıkladı, düzenledi, sıraladı, altmış yıllık şiir serüvenini bu kitapta en öz haliyle birleştirdi. O, şiirlerini sahip olduğu bir mülk gibi, kendisini de mal sahibi olarak görüyordu. Kimi şiirlerini benimsemiyor, onlarla bağını koparmak istiyordu çünkü. Böyle şiirleri için “Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin…” diyordu ve ekliyordu: “İşte şiir kitabım, bu, hepsi bu kadar; ve bu kitaba gelinceye dek başka hiçbir şiir, bana, adıma ve ruhuma mal edilemez.” Bu açıdan, “Çile”, Necip Fazıl için çok önemliydi, çünkü onun tüm şiirlerini içinde barındıran ince elenip sık dokunmuş bir kitap.
      “Çile” adlı kitabında üstad şiirlerini konularına göre ayırdı.  Allah, İnsan, Ölüm, Şehir, Tabiat, Kadın, Korku, Gurbet, Hafakan, Ukde, Tecrit, Kahramanlar, Dava ve Cemiyet gibi birkaçı hariç sıradan temaları işliyor. Her tema için şiir sayısı on ile kırk arasında değişiyor. Bazı temaları doğaüstü ve tamamen hayali karakterlerle işliyor, fakat bazı şiirlerinde de öylesine gerçekçi ki kendi düşünce ve doğrularını tüm gerçekliğiyle insanın yüzüne haykırırcasına vurguladı.
       Biçim yönünden,  Necip Fazıl, ilk şiirlerinde çevresindekilerden de etkilenerek aruz ölçüsü kullandı. Daha sonraları halk ve tekke şiirimizin etkileriyle farklı hece ölçüleri denemeleri yaptı. Bu özgünlük denemelerine rağmen şunları söyler: “Ben şiirde nizamın taraftarıyım. Asla serbest nazma taraftar değilim. O bir mide gurultusudur. İnsanlar helada düşündüklerini alt alta yazıyorlar adına şiir diyorlar. Hayır! Nizam mevzubahis olunca da hangi nizam olabilir? Ya aruz, ya hece. Aruzda bir esaret vardır. Ahenge esaret…”  Buradan anlayabiliyoruz ki o sanat kaygısı güder ve ona göre şiir duygu ve düşüncelerin harman­lanıp şiir kalıbında, sanat kaygısıyla dillendirilmesidir.  Ama aynı zamanda ona göre şiir toplumun his ve fikir hayatını yansıtmalı­dır. Bu yönüyle de halk sanat için sanat ve toplum için sanat anlayışları arasında hangi tarafa daha yakın olduğunu net bir şekilde ortaya koymaz.
     Onun şiirinde halk şiirimizden koşmalar, destan, semai ve türkü; divan şiirinden gazel, kaside ve Fransız şiirinden sone örnekleri görüyoruz. Bir de Büyük Doğu Marşı adlı bir marş görüyoruz. Şiirlerin uyak düzeniyle ve dizelerin uzunluğuyla oynayarak farklı özgün şiirler türetmiştir fakat bu tip şiirleri genelde iki- üç mısradan oluşmaktadır. Ayrıca makalelerinin, oyunlarının, romanlarının dili çok ağır olmasına karşın, şiirleri genellikle fazla yabancı sözcük içermez ve dil açısından kolay anlaşılabilir şiirlerdir. Ek olarak, söz sanatları yönünden onun şiirlerinin hemen hemen hepsi bir hazinedir. Deyim ve atasözleriyle kimi zaman şiirlerini daha etkili ve akıcı hale getirmiştir. Örneğin “Manzara” adlı şiirinde, “Bütün manzara ucuz bir dekor muşambası / Kurtuluş günü çıkmaz ayın son çarşambası…”  diyerek “çıkmaz ayın son çarşambası” deyimini yerli yerince kullanarak, anlatımını okuyucuya daha çok hitap eder hale getirmiştir.
       Necip Fazıl hakkında söylenenler, onun birçok insanı derinden etkilediğini gözler önüne seriyor. O sadece Türkiye’de değil, dünyaca okunan bir düşünce adamı.  Eserleri pek çok dile çevriliyor ve okuyanlar hayranlıklarını gizlemiyor.
      Behçet Necatigil şöyle diyor Necip Fazıl için:
     “Tekke şiirimizin verilerini modern Fransız şiiri ölçüleriyle değerlendiren, şiirlerinde soyut insanın evrendeki yerini araştıran; madde ve ruh problemlerini, iç alemin gizli duygu ve tutkularını dile getiren Necip Fazıl; dinç ve oturmuş bir dil, mazbut ve sağlam bir teknikle yazdı.”

       Türkiye- Pakistan arasında resmi çevirmen olarak görev yapan, aynı zamanda değerli bir yazar olan Colonel Masud Akhtar Shaikh, Necip Fazıl için şunları söylüyor::
     “Tanrı tarafından okyanus derinliğinde bilgiyle donatılan bu Türk dahisinin akıl sır ermeyen bilgeliğinden yararlanan ilk ve tek Pakistanlı olmak benim için ne eşsiz bir onur. Necip Fazıl’ın bu çok geniş kitap koleksiyonundan faydalandığım için kendimi çok ayrıcalıklı hissediyorum. […] Onun yalnızca birkaç kitabını bile berrak bir zihinle okumak, beni metaformoza uğratıyor.”
   
      Dr. Mehmet Güneş, 20. Asrın Çile Harmanı adlı dergi yazısında şairimiz için şunları söylüyor:
    “O, Türkçe’yi emsâlsiz bir mahâretle kullanan, kelimeleri bir kuyumcu titizliliğiyle işleyip taçlandıran, infilâk hâlindeki yanardağlar gibi için için yanan, rûhu fırtınalı ummanlar gibi dalgalanan, engin muhayyilesiyle has şiirin şafağına dayanan ve “her mısraı bir şiir mecmuası” olan “Şâirler Sultânı”ydı… O, çölleşen fikir dünyamıza düşünceleriyle hayat veren, kandilleri sönmeye yüz tutmuş bir kubbenin rûhunu kalemiyle ateşleyen, kendimize ait mukaddes rüyâları görmemiz için “küllî bir tefekkür şuuru” oluşturmayı hedefleyen ve yeniden câmi merkezli bir medeniyet inşâ etmeyi gâye edinen eşsiz bir mütefekkirdi. O, mücerredi müşahhas sembollerle ifâde eden anlatım biçimiyle nesri canlandıran, makâlelerini çarpıcı cümlelerle şâha kaldıran ve müthiş hitabetiyle kitleleri heyecanlandıran muazzam bir kalem ve kelâm ustasıydı… “

       Dr. İhsan Alperen, Büyük Doğu’nun Düşünürü adlı makalesinde Necip Fazıl’dan övgü dolu sözlerle bahsediyor:
     “Evrensel ve millî düşünce perspektifini zihin ve gönül dünyasında fıtratın hamulesiyle yoğurup insanımıza servis yapan büyük insan… Keskin ve kıvrak bir zekâ… XX. yüzyılın yüz akı…Yaşarken her fâniye nasip olmayacak bir şekilde kıymeti bilinen, herkesin tanıdığı, bildiği, sözüne sohbetine itibar ettiği,düşüncelerinden istifade ettiği fakat vefatından sonra sanki unutturulmak istenen büyük aksiyon adamı…Ender insana nasip olacak derecede güçlü bir kalem sahibi… Kitapları, Büyük Doğu’su ve gazete yazıları hasretle beklenen büyük yazar…”

     Düşünce, Kültür ve Edebiyat dergisi olan ve günümüzde de büyük bir okuyucu kitlesini kendisine bağlayan Ay Vakti Dergisi’nin  105. Sayısında ise Necip Fazıl’ı okuyan gençler talihli olarak değerlendiriliyor, onun kitaplarını okumanın ve onu derinlemesine anlamanın önemi vurgulanıyor:
    “Ben sizleri üniversiteli gençler olarak gerçekten talihli buluyorum. Bu çağda yaşayıp da, Necip Fazıl’dan habersiz bir Türk genci olmak gerçekten acınacak bir durum. Çünkü Necip Fazıl hakikaten çok farklı ufuklara götürüyor insanı. Bir akşamüzeri Çetin Altan’a şöyle bir şey söylemiş, o da bunu 40 yıl unutamamış: “Kanatlarım ufuklara çarpa çarpa kanıyor, beni kimseler anlamıyor!” […] Cumhuriyet, belki de rejimler içerisinde İslam’a ve Türk kültürüne en uygun idarî yapıdır. Ama bunun Pozitivizmle, Rasyonalizmle ve Aydınlanma düşüncesiyle oluşturulması şart mıydı? Bu hayatî soruyu sormamız lazım.Bu soruyu dünyada ilk kez çok kuvvetli bir şekilde sorabilen ve alabildiğine muhasebesini yaparak ortaya koyan düşünür Necip Fazıl’dır. Aydınlanma düşüncesi yerine vahyin ışığında alternatif bir başka yaşama biçiminin, “Bugünküne mazi, yarınkine istikbal” diye ifade edildiğini görüyoruz.
       Necip Fazıl’ın bütün eserlerinde, şiirlerinden tiyatrolarına, yazılarından tarih muhasebesine kadar hepsinde bu var. Bu bakımdan Necip Fazıl, kendi çağının tarihteki en önemli dördüncü örneğidir. Ötekiler de Sokrates, İmamı Gazali ve Descartes’tir; bunların hepsi de diyalektik sorgulamacıdır.
       […]
      Zaman zaman Necip Fazıl ile Nazım Hikmet’i karşılaştırırlar. Hâlbuki Nâzım, Ârif Nihat Asya gibi, o seviyede bir şairdir. Ârif Nihat Asya, Osmanlı-Selçuklu sentezi bir Türk-İslam dünya görüşünün propagandasını yapar, Nazım Hikmet ise Sosyalizm ve Marksizm’in Sovyet yorumunun propagandasını yapar. Necip Fazıl’ın yorumu kendine özgü tasavvufi İslam anlayışı ile İmamı Gazali’de bir kök bulur. Onu maziden alıp istikbale getirir. Yunus’tan bugüne evliya şairlerin benimsediği tarih şuuru, kendine özgü bir hürriyet anlayışı vardır. Necip Fazıl, ne Yahya Kemal gibi Osmanlı yorumunu, ne Mehmet Âkif gibi Selefi yorumu kabul edip bunu tebliğ etmez. O hep kendine özgüdür…”
     Yazımı iki güzel fıkrayla yazımı sonlandırmak istiyorum. Bu fıkralarda Necip Fazıl’ın tarafındayım. Birgün Nazım Hikmet biyografisi yazarsam, o yazıyı takip eden fıkralar da Nazım’ın tarafını tutacak. Çünkü iki yazar da öylesine büyük ki, büyüklüklerini kıyaslamak bize düşmez.
     Necip Fazıl'la Nazım Hikmet'in kaldıkları hapishanede, tek kişinin geçebileceği bir koridor varmış. Koridordan Necip Fazıl geçerken karşıdan Nazım Hikmet de geliyormuş. Yaklaştıklarında Nazım Hikmet: "Ben Köpeklere yol vermem" demiş.
Sukunetini koruyan Üstad ise kenara çekilerek "Ben yol veririm." demiş....

     Nazım Hikmet ve Necip Fazıl Ramazan ayında arabayla gidiyorlarmış. Tabii Necip Fazıl oruç ama Nazım Hikmet değil. Nazım Hikmet Necip Fazıl ile dalga geçmek için yolun kenarındaki zayıf bir ineği işaret ederek Necip Fazıl'a demiş ki:
     -'Şunun haline bak,oruç tutmaktan ne hale gelmiş'
     Necip üstad altta kalır mı hemen cevabı yapıştırmış:
     -'Aaa Nazım sen bilmiyormusun hayvanlar oruç tutmaz..

Yahya Kemal Beyatlı'nın Mehlika Sultan'ı


    Kaf Dağının ardına gidilir mi
    Bu yolun sonu bilinir mi
    Gidip de dönmemek var
    Bir dilber uğruna
    Tatlı candan cayılır mı

    Yahya Kemal’in şiiri, bu soruların cevabını barındırır içinde, Mehlika Sultana ulaşmak için yola düşen yedi gencin hikayesini anlatır.
    Rivayete göre Kaf Dağı’nın ardında  Mehlika Sultan adında güzeller güzeli bir dilber yaşarmış. Bir kez bir gencin rüyasına girdi mi artık o genç asla iflah olmaz, mutlaka Kaf Dağı’nın ardına o güzeli bulmaya yola çıkarmış. Ümitlerle çıkılan bu yolculuk hem zahmetli hem de hüsran doluymuş.
    Mehlika Sultan özünde ulaşamayacağımızı bildiğimiz hayallerimizdir, düşlerimizdir. Ömür boyu çabalayıp elde edemediğimiz, yine de aradığımızdır. O aşkın kendisidir ve tüm aşıklar bu yolun yolcusudur.

     Mehlika Sultan

Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Kara sevdalı birer aşıktı.

Bir hayalet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rü'yalarına;
Hepsi meshur, o muamma güzeli
Gittiler görmeye Kaf dağlarına

Hepsi, sırtında aba, günlerce
Gittiler içleri hicranla dolu;
Her günün ufkunu sardıkça gece
Dediler: ''Belki son akşamdır bu''

Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daima yollar uzar, kalp üzülür
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.

Mehlika'nın kara sevdalıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.

Gördüler: ''Aynada bir gizli cihan..
Ufku çepçevre ölüm servileri...''
Sandılar doğdu içinden bir an
O, uzun gözlu, uzun saçlı peri.

Bu hazin yolcuların en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp attı suya.

Su çekilmiş gibi rüya oldu
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayal alemi peyda oldu
Göçtüler hep o hayal alemine.

Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Seneler geçti, henüz gelmediler;
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Oradan gelmeyecekmiş dediler.

Ünlü bestekar ve ud virtüözü Cinuçen Tanrıkorur Yahya Kemal'in birçok şiirini besteledi. Yahya Kemal keşke bu besteleri duyabilseydi... İşte bu şiirin bestesi:

   

3 Eyl 2012

Acımak Üzerine


    İnsan istemsizce ezilenin tarafını alır. Aç kalanın, evsiz kalanın, şiddet görenin, itilenin, aldatılanın, kovulanın, yalnız kalanın, ağlayanın, mağdur olanın tarafını... Günlük hayatın kargaşasında empati kurma yetisinden yoksun olduğuna inandığımız toplumumuz, özünde insaflıdır. Düşünmeden önce hisseder, kalbiyle muhakeme eder ve karar verir. Özellikle taşradaki Türk halkı, sosyal sorumlu görünmese de ve sosyal sorumluluğun ne olduğuna dair fikir sahibi olmasa da büyük bir kalbe ve empati yeteneğine sahiptir.  Örneğin bir çocuk, evin tek geçim kaynağı olan babasını kaybettiğinde amcalar, dayılar çocuğu sahiplenir ve anneye ekonomik destek sağlar. Çocuklar yuvaya, yaşlılar huzurevine gönderilmez. Fakir komşulara yardım edilir, kimsesizlerin evine aş ve odun götürülür. Evi çökenler komşu evlerde ağırlanır. İlkel bir ortamda bile olsa kurumsallaşmanın elzemliğini gösteren kendiliğinden görev dağılımıdır bu. Halk kurumların görevini üstlenmiştir ve kurumların olmayışı, kültüre dayanışmayı ve empati kurmayı aşılamıştır.

       Empati kurma süreci, farklı duyguları beraberinde getirir. Kalp, kendini karşısındakinin yerine koyduğunda iyi ve huzurlu hissediyorsa bu duruma duygusal bir tepki göstermez. Çünkü diğer duyguların aksine acıma duygusunun karşıtı yoktur. Öte yandan kendini zavallı ve mutsuz hissediyorsa, o noktada acıma duygusu başlar. Bu duygu özünde insanın o durumla başa çıkamayacağını hissetmesi ve acıdığı kimsenin durumuna asla düşmek istememesidir. Teoride o duruma düşmek istemediğimiz için acıdığımız kimseye yardım etmemiz gerekir. Ancak pratikte acıma duygusu insanın iyi niyetli eylemlerinde kötü sonuçlar almasına sebep olan nadir duygulardandır. Bir dilenciye acırız, ancak ona yardım etmek isteriz ve avcuna bozuk paralar atarız. Sokakta çalışan bir çocuğa acırız, adını sorarız ve sattığı mendillerden satın alıp mendilin ederinden fazlasını veririz.  Biri bize hatalarını affetmemiz için yalvardığında ona acırız, birine yalvarıp affedilmemeyi hayal ederiz, bu his bizde acıma duygusu uyandırır ve onu affederiz. Bir sokak köpeğine işkence edildiğini görünce köpeğe acıyıp ona yardım etmeye çalışırız, onu alır veterinere götürürüz, iyileştiğini görünce yeniden sokağa bırakırız.  Acıma duygusunu hissettiğimiz an harekete geçmeden önce, aklımızı da kalbimizle birlikte doğru olanı yapmak için seferber edersek, bu noktada büyük bir ikilemle karşı karşıya kalırız. Merhametle hareket edip acıdığımız varlığı geçici olarak acıdan kurtarmak veya geçici olarak merhametsizce davranıp ve böyle davranmanın verdiği vicdan azabını da çekmeyi göze alıp, kalıcı bir iyiliğin yolunu açmak.

        Çünkü dilenci, avcuna para atanlar olmasaydı dilenmez, iş arardı, bir yolunu bulur dilenmeden para kazanırdı. Sokakta çalışan çocuklar hasılatları iyi gittiği sürece sokakta çalıştırılacak ve hatta para kazanmak için yenileri dünyaya getirilecek.  Sokak köpeğine gelince, zaten hiç var olmaması gerekirdi. Onu geçici bir acıdan kurtarıp, sevgimize ve güvenli bir ortama alıştırıp iyileştiğinde tekrar sokağa atacaksak, kaderine müdahale etmeyelim, onu acımasız çevresinden kurtarmayalım, bırakalım doğanın izin verdiği kadar yaşasın.
       
       Hatalarını affetmemiz için yalvaran insana acıyıp onu affetmenin doğruluğunu daha uzun tartışmak istiyorum, güzel bir örnekle. Hataların affedilebilirliği apayrı bir deneme konusu. Yine de ufak bir dokundurma yaparsak, aklı yerinde olan bir insanın aklının almadığı, anlam veremediği, neden yapıldığını düşünüp taşınıp bulamadığı hata, büyük olasılıkla affedilmemesi gereken hatadır. Şimdi biraz Bergen’i konuşalım, yaşasaydı annemden 8 yaş büyük olacaktı. Yaşını annemle kıyaslamamın sebebi, Bergenle benim farklı zamanlarda doğmuş olmanın yarattığı sosyopsikolojik bakış açısının birbirine ne ölçüde benzer olduğunu anlamak.    

       Bergen’in hikayesini bilen, ona acır. Acıların kadınına acımaktan daha doğal ne olabilir? Peki hangi kadın acıların kadını değildir ki? Hangi kadın ben çile çekmedim der? Her kadının çilesi kendinedir hayatta. Çekilen çile, tanrıyla onun arasında sırdır. Kadın bu sırra öylesine sadıktır ki, içi yansa da ağzını açıp tek kelime etmez. Bir şey onu kocasına, çocuklarına bağlar hep. Hayatını acıyla da olsa sürdürmeye, hayata tutunmaya ve ayakları üzerinde durmaya çalışır. Hep umutludur kadın. Onu güzel günler beklediğine, erkeğinin düzeleceğine inanmak ister ve neticede inanır. Erkeğinin affedilmeyecek hatalarından sonra kadının ayrılık girişimleri olsa da çoğu zaman affedici olur, karşısındakini ve kendisini acıdan geçici olarak kurtarır ve geleceğini karartır. Halbuki yapması gereken, bu ayrılık acısına katlanıp sonrasında huzur aramaktır. 

        Bergen’e acıyan yanımız, aslında büyük bir hata yapar. Bergen’e acıyan yanımız, kadına uygulanan şiddeti ve kadın cinayetlerini destekler çünkü Bergen’e acıyan yanımız, Bergen’in acıdıklarına acıyacak ve ona yapılan hataları affedecek kadar merhamet doludur.

        13 Şubat 2010’da Milliyet yazarı Elif Berköz Ünyay’ın derlediği Bergen biyografisine bakalım, acıların kadınının acılarının sebebini anlamaya çalışalım.

      1960’ta Mersin’de doğdu Bergen Abla. O altı yaşındayken annesi ve babasının boşanması üzerine annesiyle Ankara’ya taşındı. Yenimahalle Yunus Emre İlköğretim Okulunda öğretmenleri, müziğe yeteneğini  keşfetti ve onu konservatuvara yönlendirdi ancak Ankara Devlet Konservatuvarı Piyano Bölümünü maddi sıkıntılar nedeniyle bitiremedi. Bir gece arkadaşlarıyla eğlenmeye gittiği, daha sonraları başkentin en marjinal gece kulübü olarak anılacak Feyman’a gittiler. Kulübün sahibi İlhan Feyman, 19 yaşındaki Bergen’in sesine hayran kaldı ve ona Feyman’da sahneye çıkmasını teklif etti.
      Feyman’da bir süre sahne aldıktan sonra Adana’da Kuyubaşı Gazinosunda çalışmaya başladı. Sekiz aylık çalışma karşılığı kendisine verilecek otomobil teklifini kabul etti. Sekiz ay sonra emeğinin karşılığını alamayınca kandırıldığını anladı. O dönemlerde tanıştığı Halis Serbes, Bergen’in bu durumdan kurtulmasına yardım etti. Bir süre sonra Bergen,  Halis Serbesle nişanlanıp Adana’ya yerleşti. Bergen’e sürekli şiddet uygulayan Serbes’in evli ve üç çocuklu olduğu ortaya çıkınca Bergen Ankara’ya döndü. 
     Osman Hattatla kısa bir birlikteliğin ardından Serbesle barıştı. Halis Serbes eşinden boşandı ve Ocak 1982’de evlendiler. Yine Adana’ya yerleştiler. Bir süre sonra Serbes, Bergen’in çalışmasını istemedi ve sanatçıya yine şiddet gösterdi. Bergen ilişkiye ara verip kulüplerde sahneye çıkmaya devam etti.  Ekim 1982’de Halis Serbes tarafından beş yüz bin liraya kiralanan Şakir isimli adam, İzmir’de çalıştığı gece kulübünde Bergen’in yüzüne bir kova dolusu kezzap attı. Yüzü ve vücudu yanan Bergen’in iki gözü de kör oldu. Halis Serbes ise iki ay sonra yakalandı ve tutuklandı. Aylar süren tedaviden sonra Bergen’in bir gözü kurtarıldı. Yüzündeki yanık izleriniyse bugünün ünlü estetik cerrahı Onur Erol tedavi etti. Tedavi sonrası İzmir Alsancak’taki New York Gece Kulübü sahibi Cengiz Özşeker, Bergen’i tekrar sahneye çıkması için ikna etti.
     Nitekim Bergen, kocasını affetti, cezaevinde ziyaretlerine gitti ve ondan boşanmadı. Kezzap olayından dolayı açılan davadan da vazgeçti. Bu süreçte Bergen’in albümleri büyük ilgi gördü ve 1987’de Bergen ‘En Çok Satan Arabask Kadın Sanatçı’ Unvanını aldı ve yılın ‘Arabesk Kadın Sanatçısı’ ödülünü aldı. Yine 1987’de İbrahim Tatlıses ve Müjde Ar’lı kadroyla gittiği Bursa’da sahneye çıkıyordu. Bu sırada Haftalık Müzik Magazin dergisinde Avustralyalı organizatör John Pale ile Bergen’in aşk yaşadığı iddia edildi. Bu haber üzerine, Adana Lunapark Gazinosunda şarkı söyleyen Bergen, gazinonun fotoğrafçısı tarafından bıçaklandı. Saldırının gerçek nedeni bilinmese de kocasının fotoğrafçıyı azmettirdiği öne sürüldü.
     1987’nin sonlarına doğru İstanbul Çakıl Gazinosunda şarkı söyleyen Bergen, kocasının hapisten çıkmasına dört ay kala onun isteği üzerine sahneyi bıraktığını açıkladı. Kocası hapisten çıktı, Mersin’de yaşamaya başladılar. Ancak 1989’da boşandılar. Aynı yıl Bergen Anadolu turnesine çıktı. Bir Ağustos gecesi Kayseri’den Mersin’e giderken annesi ile Bergen, Halis Serbes’in kendilerini takip ettiğini fark etti, durumu polise bildirdiler. Polis gerekli tedbirin alınacağını söyledi. Gece 4’te Aspava Lokantasında Halis Serbes, Bergen’in karşısına çıktı. Bergen tartışma sonrası arabasına binmek üzereyken Serbes’in silahından çıkan altı kurşunla can verdi.  Bergen’in annesi Sabahat Çakır da üç kurşunun hedefi oldu.  Bir gün sonra Bergen sanatçı arkadaşlarının bile katılamadığı, apar topar düzenlenen bir cenaze töreniyle Mersin’de toprağa verildi.
     Gel gelelim Halis Serbes’e, 12 Mart 1992’de Almanya’da yakalandı. 1 yıl 3 ay hüküm giydi ancak zaman aşımı, Almanya’da mahkumiyet süresi gibi hafifletici sebeplerle 7 ay sonra serbest bırakıldı. 1993’te yeniden evlendi, şu an Adana’da yaşıyor, 4 çocuğu var. Serbes, önce gazetelere yaptıkları nedeniyle pişman olduğunu söyleyen ropörtajlar verdi, bir süre sonraysa yaptığından hiç pişmanlık duymadığını, Bergen’in bu yaşananları hak ettiğini açıkladı.  

       Fazla söze ne hacet? Garibin çilesi mezarda biter derdi,mezara kadar acı çekti, çünkü kendisine acı çektirenleri hep affetti. Affetmek güzel şey ama affedilecek şey var, affedilmeyecek şey... Bergen abla mezarında rahat uyusun. Bu acıma duygusunu mezara gömelim ki biz de fani dünyada rahat uyuyalım.
   




     

23 Ağu 2012

Nazar


Aşk ağlatır
Dert söyletirmiş
Derdine ağlama sevgilim
Aşkını söyleme

Söyleme duymasın kimse
Beni sevdiğini bilmesinler
Yüreği loş, gönlü sarhoş
Kadehi boştur desinler

Ben nazardan korkarım
Aşkımızı kem gözlerden köşe bucak saklarım
Sen yeter ki söyleme, sus
Gözlerime bak
Ben anlarım.

Aşk ağlatır,
Dert söyletirmiş
Aşkını söyleme sevgilim
Aşk, dert olmasın

Sus, duymasın kimse
Bilmesin
Hissetmesin
Ben nazardan korkarım
Sen gözlerime bak
Ben anlarım.

Annem

Doğduğum günmüş
Öldüğün gün
Gençliğin sönmüş
Başlamış sürgün

Ah benim canım annem
Bilsen ne acı dillerin var
Boşuna ben ne desem
Ellerin olmaz bana yar

Oysa ellerim nasıl arar seni
Titrer ürperir bulamayınca
Durma annem hadi sar beni
Ruhum çözülür gözün dolunca

İncitme beni annem ne olur
Kimim var senden başka
Sitemlerin içime dert olur
Kanar mıyım ben başka aşka

Gün terk eder gece sızar yatağıma
Geldiği yeri özler bedenim
Sen gelince karanlık sokaklarıma
Sıcağında gecemi sabah ederim

Bilirim ölüm görünür inceden
Ben köşede sessiz ağlarım
Dilinden dökülen son heceden
Acının düğümünü bağlarım

Gün sayarım yana yakıla
Loş şehirlerde kokundan uzak
Kim derdi ki hasretle sıla
Yüreği sızlatan sinsi tuzak

Annem bensiz gitme ölüme bile
Kalbim sıkışır dayanamam
Gitme de benden ne dilersen dile
Yokluğunda yanamam

Gül yüzlüm, bal gülüşlüm
Senden arta kalan benle
Ben benden süzülürüm
Gelirim sonsuzluğa senle

Ah benim canım annem
Gül yüzlüm bal gülüşlüm
Güzelim
Bitanem.

Semada


 Sessizlik
 İçimi kemirir
 Sonra sen gelirsin

 Sessizlik seni görür
 Sana yürür
 Sana dokunur
 Sana çarpar
 Sende durur

 Sen susarsın
 Sessizliğin yüzüne aksi susmaz
 Dilin dönmeden nağmeler uçuşur

 Dilin dönmeden başım döner
 Serçe gibi çırpınırım
 Öylece bana bakarsın
 Bense artık görmez olurum.

 Sen gidersin
 Sessizlik senle gider
 Sessizlik, bana bıraktığın
 Onu da çok geçmeden alırsın

 Her şeyi al
 Bir beni bırak bana

 Son geceni savur dünya
 Bu gece ırak diyarlardan döndüm içime
 Semada kalmadı benim gibisi
 Zaten yoktu, olamazdı

 Bir benim var benim
 Sessizliğim bile yok
 Zaten yoktu, olamazdı

Senin olan hiçbir şey,
Bir an dahi benim olmadı.

 Ben
 Yalnız ben.
 Ne güzel,
 Doğduğum gibi ölmek
 Tüm çıplaklığımla.







İlle de Güneş

Ne şiir kaldı öteden, ne şarkı türkü
An vardı, san vardı
Onlar da yitip gitti
Yahut ben yitirdim

Yüzlerce sima vardı, vardı biliyorum
Beyhude gelip beyhude gitse de
Vardı biliyorum
Ilık akşamlar vardı ve sıcak akşamlar
Soğuk olan sabahlardı

Aydınlıktan korkar mıydım yoksa, sabahtan...
Güneş parlayınca ben sönerdim

Güneş sönünce 'ben'imin hodri meydanında
Elbette karanlığı severdim

Güneş sönünce ruhum parlardı
Ruhum sönünce güneş

Gel gör ki şimdileri güneşle bir parlıyor ruhum
Buğu yok, bulut yok
Yağmuru da gözyaşım tüketti
Artık zoraki güneş
İlle de güneş
İstemesem de sızar karanlık odama.


Çocuk

Sal sallanırdı
Mis gibi kokardı
Yüreğimin içi ve yosun
Gözlerime bakardı biçare çocuk
Yorgun, perperişan karşımdaydı

Elimi tuttu
Dur, kimsin, nesin?
Sessizlik...
Ağlamaklıydı

Deniz dalgalanırdı
Sarhoş bedenimi bulamazdı ruhum
Oysa çılgınca arardı
Açık saçık uçuk kaçık ruhum
Ürperirdi bazen
Dönüp dururdu belki dünya kadar,
Belki fazla...
Bulamamacasına aradığını

Gül rengi mahzeni pembeleşirdi
Tozpembeyi vurdu sonunda
Gece de on ikiyi
Bu en garip on ikiydi
Ondurmaz on iki
Kimseyi ondurmadı.

Lakin ruhum bedenimi bulur gibiydi
Yorgun perperişan karşısındaydı bedenimin
Biçare gözlerime bakıyordu, elimi tuttu.







Geçmiş Ola

Sıkıldıysan bu yalan dünyadan
Yorulduysan bu boğucu maratondan

Gözlerin görmez,
Kulakların duymaz
Kalbin hissetmez olduysa

Zambak kokusunu alamıyorsa burnun
Bükülüyorsa olur olmaz yere boynun
Açılıyorsa her gelene koynun
Son demine kadar tükenmişse varın yoğun
Çıkmaza girmişse her yolun

Arapsaçına dönmüşse güzelim hayatın
Tadına varamıyorsan bu eşsiz sanatın
Yoksa bir emelin, muradın

Sıkıldıysan bu yalan dünyadan,
Yorulduysan bu boğucu maratondan
Derin bir nefes al
Yapacak hiçbir şey yok
Geçmiş ola.

Eskiden

Eskiden
Eskilerden
Eskicilerden
Farklı san kendini
Hayatın sandığından daha sıradan
Ve eskisin olmak istemediğin kadar
Eskisin gelmiş geçmiş tüm mezarlıklar kadar
Dahası an be an ölmektesin
Ölüm anlık değil anla
Eskiden olduğu gibi
An be an ölmektesin!
Eskiler gibi
Sen sen ol korkma ölümden
Ölüm anında korku ne kadar da ahmakça.

Tüm Renklerim

Sevgilimsin
Bütün renklerimsin
Canımsın
Hayatımsın

Mavimsin
En güzel rüyam
İlk uçurtmam
En içten duamsın
Özgürlüğüm, sonsuzluğum
Yolumsun

Sarımsın
Göz kamaştıran ışığım
Sıcağımsın
Kader ağımsın
Bana yazılmışsın
Sevgilim iyi ki varsın

Kırmızımsın
Kanımı kaynatan sıcağım,
Tenimi donduran ayazımsın
Yazımsın, kışımsın
En coşkulu şarkım, gitarım, sazımsın.

Pembemsin
Sevgi ve şefkatin rengi,
Kalbimsin.
Çocuk saflığıyla aşkı
Yüreğime işleyensin
Bitanemsin.

Turuncumsun
Ağustos sıcağında iftar vakti suyumsun
Gözlerimi yanında güvenle yumduğum,
Gençliğim, enerjiyi bulduğumsun.
Soyumsun.

Yeşilimsin
Elimı sımsıkı kavrayan eldivenim
Çevrem, ailem, yarimsin.
İçime çektiğim nefesim,
Atmosferim, cennetimsin.

Beyazımsın
Beyaz atlı prensim,
İlk ve son gelinligimsin
Sevgilimm
Sen benim her şeyimsin.




İstanbul

Soğuk
Karanlık
Eminönü iskelesinden vapura bindim
Bedenim vapurda
Ruhumu bilmiyorum

Gece son yıldızını da yitirdi
Gökyüzü denizden farksız
Ay daha sinsi parlamaya başladı
Yalnızlığından ve ahmaklığından habersiz
Görmezden geldim

Yağmur
Tıpır tıpır
Su, suya...
Tesadüf olmayan bir melodi
Yağmur bana serenatta
Duymazdan geldim

Dünü ve bugünü sorumsuzca tükettim
Nerdeler?
Dünlerim kimlerin yarını?
Yarınlarım kimlerin dünü?
Bilmezden geldim

Boş ver
Sana geldim
Dol ciğerlerime İstanbul
Buram buram sen kokmaya geldim

Büyük şehirsin ya hani
Nicelerini yuttun ya
Yut beni de
Hapset ruhumu

Hapset Dolmabahçe'nin yosun tutan saatinin yelkovanına
Beşiktaş'ta koca çınarın savrulan yaprağına
Süleymaniye'de simit satan çocuğun tozlu tezgahına
Eminönü'nde balık tutan ihtiyarın oltasına

Hapset
Dalgalarla mekik dokuyan şu yorgun vapurun rotasına
Tan vakti Sultanahmet'te ezanın yankısına
Gökte özgürlük aşkıyla süzülen martının kanadına hapset

Beni özgürlüğüne hapset İstanbul
Ben esirin olayım
Özgürlük sana özgü.



Of the Inequality That is Between Us



     Plutarch says somewhere that he does not find so much difference between one animal and another as he does between one man and another. Montaigne goes further and says that ‘there is more distance from a given man to a given man than from to a given man to a given animal’. I agree with him and find Plutarch’s comment very monotonous. Humans are complicated, difficult to understand and analyze since all people are created differently. Therefore we do not expect them to be equal in any way although all people’s fate is rotating between birth and death.
     If equality was that much easy to create, we can say that it would not be too significant all around the world. Let’s go from general to specific to figure it out. Do not think about other livings, ignore them for a second. Assume that we humans are alone in this planet. Moreover, only think about the people around you. You are there together with those people at the same time period, in the same place and probably for the same purpose. There may exist even more common points than we guess but despite all the common points between you and the people around you, still can we talk about any kind of equality? Not really. While it is possible for every human to have a unique finger, tongue and retina print, it seems also possible to say there is no people who are equal to each other, even the twins because of the differences between humans caused by genetic and environmental factors. Of course there are some similarities between humans but interestingly, they also help people be more different than each other. Just with an easy mathematical operation, I see that the different combinations of differences and similarities between humans create much more differences and that establishes a ground for huge inequalities.
     Every human has different ideas, thoughts and attitudes. Even if sometimes they have the possibility to be similar, they are not totally same when we ‘see the big picture’ because the links between ideas and the process creating them vary depending on the conditions. 2 people may have same thought about the same circumstance, which does not mean that they think in the same way since they did not have the same thought at the same time and under the same condition. Moreover, things constantly change, I am not the girl who I was a few second ago because I add some value to myself by writing a couple of sentences. Just like Heraclitus said, everything is constantly changing, nothing remains same.

         You could not step twice into the same river; for other waters are ever flowing on to you.
                                                                                             HERAKLITUS

     Things change and people who have already been different than each other become more different as the time goes. It is meaningless to believe in that universal laws for all livings create a fair atmosphere and make all the livings equal to each other. It actually increases the inequality. Let me explain you why with the help of one of my experiences a few years ago. I remember joining a training program to teach blind people how to live better and more independently. Beside practical education, we had some heated debates on equality. They were always saying that we are equal, we are all humans, does not matter we do see or not. We want neither positive nor negative discrimination. Then I realized there is something wrong with their point of view. Beside the fact that we are not equal, equality does not help them live better. It is just a matter of honor.  What they need is actually not equality but opportunity to be equal. It was a contradiction in terms, they cited the result as a reason, I mean they believed what they need was equality, instead it was opportunity for equality. First of all I wanted them to accept that we are not equal, I took the risk of breaking hearts, hurting someone’s emotions but I wanted them to accept it for at least once and suffer no more psychological pain in their future lives. Thankfully, people knew that my aim was not to humiliate anyone,  I was just realistic, and trying to help blinds. However, blinds kept their demand to be seen equal to the people able to see, which had no meaning in real life. I asked them: If you are equal to a person who is able to see, then what is the meaning of equality of opportunity? and kept talking: If you are equal to me, leave your walking stick, hold that book and read it, freely walk in the traffic, enter to my school, take the exams without someone reading you the questions. Our aim here is to make blinds equal to seeing people in terms of opportunity, because we are not able to change the reality, we cannot totally change the way God created us, we can only touch people to make it up for it by giving opportunities to minimize the inequality among people. Come on, the reason for me to be here is to make people live under more equal conditions. If we were equal, why would I be here? When you internalize the reality, it will make you even stronger. So please, tell me we are not equal so that we try to change it.

     “The truth is cruel, but it can be loved, and it makes free those who have loved it.”
                                                                            GEORGE SANTAYANA

     So the duty of the government is not to offer same service or procedure  for everyone but to distribute opportunities equally so that the citizens live equally. It is valid for the law system. An effective law system should not judge people depending on their actions. Similar offences can be committed by 2 totally different people and it seems highly unfair to give them same punishment firstly because people are different, secondly because the time, place and conditions are different when people commit the offence. That is why law system in Turkey fails most of the time. The borders of the laws are certain and very detailed. You look at the guilty and the crime and after you check the laws, match them in the most appropriate way and hit guilty with punishment, no questions asked. That is not fair, but also it is another big topic that I should not touch for now.
     All those are about the inequality among humans. Now, it is time to go to general from specific to make sure that we are still on the right path. Let’s include other livings in our equality circle. In my opinion, concept of humanity makes the equality among livings inevitably impossible. It is neither wisdom and inspiration nor the ability of empathy that separates humans from others because developing science and technology bravely show us the existence of some animals more capable of thinking, learning, establishing empathy. Actually, the thing creating the difference is inner conscience. I am still astonished how this kind of inner mechanism discovered and how it can be the basis of daily behaviors of humans. It warns people when they stray from their intended path, it tells them what to do and not to do: “Stop! Do not do it!” Sometimes we cannot hear her enough and as a result we do something unethical. We think it is Okey, but after a while, it starts hurting us. Next time, we never do it again since inner conscience keeps the regret inside of us fresh all the time. I guess it is mere inner conscience that gives our world resistance against all the evils until today. I cannot imagine our planet with the people lack of inner conscience. People with high inner conscience are absolute need for now and for the future generations.

     On some positions, Cowardice asks the question, "Is it safe?" Expediency asks the question, "Is it politic?" And Vanity comes along and asks the question, "Is it popular?" But Conscience asks the question "Is it right?" And there comes a time when one must take a position that is neither safe, nor politic, nor popular, but he must do it because Conscience tells him it is right. I believe today that there is a need for all people of good will to come together with a massive act of conscience and say in the words of the old Negro spiritual, "We ain't goin' study war no more." This is the challenge facing modern man.
                                                                              MARTIN LUTHER KING


     Let me prove the trueness of my point in terms of linguistic sciences. Language has been developing as people use it. When people could not say what they mean by words, they came up with new ones to explain their emotions and so languages developed. Think about the adjectives used for people and think about the ones assigned to other livings since adjectives mainly imply the differences. You will then see that almost all adjectives are used for humans which proves the differences between is much more than the differences between others. It also shows humans are more likely to be unequal as their nature required because they are too complicated. Hayakawa, my Canadian-born American brother, also an English professor, served as president of San Francisco State University says that:

     Such complicated and apparently unnecessary behavior leads philosophers, both amateur and professional, to ask over and over again, "Why can't human beings live simply and naturally?" Often the complexity of human life makes us look enviously at the relative simplicity of such lives as dogs and cats lead. But the symbolic process, which makes possible the absurdities of human conduct, also makes possible language and therefore all the human achievements dependent upon language[…] A better solution is to understand the symbolic process so that instead of being its victims we become, to some degree at least, its masters.
                                                 SAMUEL ICHIYE HAYAKAWA

I appreciate the way he thinks and writes. There is no word to add his explanation of the complexity of human behaviors. I did not see Plato has explained the complexity of humans in his Utopia, he seems like he ignored it. But anyway, I worked it out.

                                      These things reflect the owners mind. Bad for the man
                                      Who cannot use them, they are good for him who can.
                                                                                  TERENCE

Feryat

Tırnaklarımla kazıdım
Ben çekip aldım iyi kötü ne varsa sahip olduğum
Yıprandım
Kırdım kabuklarımı
Ayazda çırılçıplak kaldım
Yeni tatmışken sonsuzluğunu gökyüzünün
En zirvede avlandım.
Kırıldı kanadım,
Kanadım.

Kendi yaralarımı sardım
Çabaladım ama
Çıkamadım sabaha
Kahpe güneş
Doğmadı benim için
Ve sönük yıldızın ışığı yetmedi
Bezdim yaşamaktan yarı karanlıkta
Oysa tırnaklarımla kazıdım aydınlığı
Nerden bulaştı ellerime karanlık
Yüzüme, gözüme
Dilime de
Bezdim

Gittim
Sorumsuzca
Ne var ki sonumun tokadıyla
Kendime geldim
Ya da kendimden gittim
Sonumun tokadıyla sonuma gittim.

Yittim
Gözlerinin buğusunda
O en deli sevdiğimin
Aşladım ardından
Koştum
Ama yetişmek istemedim
Kaç yazardı, yitiktim
Dilim dönmedi
Gözüm görmedi
İşitmedi kulaklarım
O en deli sevdiğimin acısını ben
Ve sönük yıldızımı
En derinime sakladım

Öldüm
Mutlu sonu vurmadı talih
İyileşti derken yaralarım.

Öldüm
Feryadında kimsesizliğimin
Ve içime döndüm
Nefessiz kaldım titrek mumdan beter
Alevin niye titrediğini nefessiz kalınca
İçim yanınca
Anladım.


Arayış

Arayıştır bu
Sevgiliyi bulmak adına
Gözle görülmez lakin,
En keskin, en sert,
En somut halinde yankı bulur varlığın.

Yer ve zaman kaygısı beyhudedir
Tek esas vardır bu yolculukta
Her insan sonsuz kere yola koyulabilir
Sevgiliyi aramak uzere.
Kalbi attığı müddetçe.

Tüm kapılar ardına dek açıktır
Tüm arayışlar murada erer
Tüm yollar sevgiliye çıkar
Yeter ki insan yola çıksın.

Yeter ki yola çıksın
Yeter ki insan çıksın
Yeter ki insan yola çıksın

O insan ki,
Günden güne kirlenir
Hasdamarlarını kurutur
Kendi yaşam kaynaklarının

Fakirleşir zenginlik hevesinde
Sahip olmadıklarını elde etmek uğruna
Elindekini de kaybeder
Küflenir neyi varsa
Ta içinde.
Keşke insan elindekiyle yetinse.

Kalabalıklaşır yalnızlığında,
İçindeki düşmana ateş açarken
Yufka yüreğine isabet eder
En güçlü silahları
Kendi masumiyetini nişan alır insan
İstemeden, gözleri kapalı.

İnsan...
Kalp kırar, ah alır
Zalimken mazlumu oynar
Ne var ki mazluma ettiğini
Misliyle bulur
Son perdede çıkar mazlumun ahı
Aheste aheste

İnsan
Aklında binbir tilki
Kurnazlık senaryoları yazar
Sonra kendi oyununun
Oyuncağı olur.

Ekmeği aslanın ağzından alayım derken
Karın tokluğuna,
Elini aslana kaptırır
Yaşam kavgasında
Elsiz kalınca da
Sımsıkı tutunmak zor hayata

Dilini kullanmaz insan
Kullanılmayan organ körelirmiş ya
Günden güne eriyip gider dili
Boğazında düğümlenir sonunda
Söyleyemedikleri.
İnsan çok ister de götüremez öteye
Ne mal ne mülk
Ama tüm söyleyemedikleri
Gırtlağına yapışır
Onunla gider.

Dinlemez insan
Bir çift sözü küpe etmez kulağına
Çünkü kulak küpeye hammaldır, söze değil
Duyan, kulağın değerini bilmez de dinlemez
Dinleyene Yaradan kulak vermemiştir de duyamaz
Ne talihsiz dengedir bu
Kulağı işitenin ruhu sağırdır
Ruhu işitenin kulağı.

Kör, sağır, dilsiz, kolsuz...
Göremez, duyamaz, konuşamaz, tutunamaz insan.
Yiter gider
Zifiri karanlıklarda
Tek başına.

Her yol sevgiliye çıkardı hani?
Her yol sevgiliye çıkar da
İnsan ne halde olur yolun sonunda,
Asıl sual budur.

Çünkü tüm arayışlar murada erer.
Tüm yollar sevgiliye çıkar.


Çünkü insan,
Yolun ta kendisidir.
İnsan,
Sevgilinin sevgilisidir.


Ne diyor Mevlana:
  ''Şu kapalı sözü anlarsan anlarsın her şeyi, neyi arıyorsan sen o'sun''

Ey insan,
Nasıl gitmek istersin sevgiliye?
İstemekten çekinme.
Çünkü sen nasıl istersen öyle gidersin
Ecele ve sevgiliye.