İnsan istemsizce ezilenin tarafını alır. Aç kalanın, evsiz kalanın, şiddet görenin, itilenin, aldatılanın, kovulanın, yalnız kalanın, ağlayanın, mağdur olanın tarafını... Günlük hayatın kargaşasında empati kurma yetisinden yoksun olduğuna inandığımız toplumumuz, özünde insaflıdır. Düşünmeden önce hisseder, kalbiyle muhakeme eder ve karar verir. Özellikle taşradaki Türk halkı, sosyal sorumlu görünmese de ve sosyal sorumluluğun ne olduğuna dair fikir sahibi olmasa da büyük bir kalbe ve empati yeteneğine sahiptir. Örneğin bir çocuk, evin tek geçim kaynağı olan babasını kaybettiğinde amcalar, dayılar çocuğu sahiplenir ve anneye ekonomik destek sağlar. Çocuklar yuvaya, yaşlılar huzurevine gönderilmez. Fakir komşulara yardım edilir, kimsesizlerin evine aş ve odun götürülür. Evi çökenler komşu evlerde ağırlanır. İlkel bir ortamda bile olsa kurumsallaşmanın elzemliğini gösteren kendiliğinden görev dağılımıdır bu. Halk kurumların görevini üstlenmiştir ve kurumların olmayışı, kültüre dayanışmayı ve empati kurmayı aşılamıştır.
Empati kurma süreci, farklı duyguları beraberinde getirir. Kalp, kendini karşısındakinin yerine koyduğunda iyi ve huzurlu hissediyorsa bu duruma duygusal bir tepki göstermez. Çünkü diğer duyguların aksine acıma duygusunun karşıtı yoktur. Öte yandan kendini zavallı ve mutsuz hissediyorsa, o noktada acıma duygusu başlar. Bu duygu özünde insanın o durumla başa çıkamayacağını hissetmesi ve acıdığı kimsenin durumuna asla düşmek istememesidir. Teoride o duruma düşmek istemediğimiz için acıdığımız kimseye yardım etmemiz gerekir. Ancak pratikte acıma duygusu insanın iyi niyetli eylemlerinde kötü sonuçlar almasına sebep olan nadir duygulardandır. Bir dilenciye acırız, ancak ona yardım etmek isteriz ve avcuna bozuk paralar atarız. Sokakta çalışan bir çocuğa acırız, adını sorarız ve sattığı mendillerden satın alıp mendilin ederinden fazlasını veririz. Biri bize hatalarını affetmemiz için yalvardığında ona acırız, birine yalvarıp affedilmemeyi hayal ederiz, bu his bizde acıma duygusu uyandırır ve onu affederiz. Bir sokak köpeğine işkence edildiğini görünce köpeğe acıyıp ona yardım etmeye çalışırız, onu alır veterinere götürürüz, iyileştiğini görünce yeniden sokağa bırakırız. Acıma duygusunu hissettiğimiz an harekete geçmeden önce, aklımızı da kalbimizle birlikte doğru olanı yapmak için seferber edersek, bu noktada büyük bir ikilemle karşı karşıya kalırız. Merhametle hareket edip acıdığımız varlığı geçici olarak acıdan kurtarmak veya geçici olarak merhametsizce davranıp ve böyle davranmanın verdiği vicdan azabını da çekmeyi göze alıp, kalıcı bir iyiliğin yolunu açmak.
Çünkü dilenci, avcuna para atanlar olmasaydı dilenmez, iş arardı, bir yolunu bulur dilenmeden para kazanırdı. Sokakta çalışan çocuklar hasılatları iyi gittiği sürece sokakta çalıştırılacak ve hatta para kazanmak için yenileri dünyaya getirilecek. Sokak köpeğine gelince, zaten hiç var olmaması gerekirdi. Onu geçici bir acıdan kurtarıp, sevgimize ve güvenli bir ortama alıştırıp iyileştiğinde tekrar sokağa atacaksak, kaderine müdahale etmeyelim, onu acımasız çevresinden kurtarmayalım, bırakalım doğanın izin verdiği kadar yaşasın.
Hatalarını affetmemiz için yalvaran insana acıyıp onu affetmenin doğruluğunu daha uzun tartışmak istiyorum, güzel bir örnekle. Hataların affedilebilirliği apayrı bir deneme konusu. Yine de ufak bir dokundurma yaparsak, aklı yerinde olan bir insanın aklının almadığı, anlam veremediği, neden yapıldığını düşünüp taşınıp bulamadığı hata, büyük olasılıkla affedilmemesi gereken hatadır. Şimdi biraz Bergen’i konuşalım, yaşasaydı annemden 8 yaş büyük olacaktı. Yaşını annemle kıyaslamamın sebebi, Bergenle benim farklı zamanlarda doğmuş olmanın yarattığı sosyopsikolojik bakış açısının birbirine ne ölçüde benzer olduğunu anlamak.
Bergen’in hikayesini bilen, ona acır. Acıların kadınına acımaktan daha doğal ne olabilir? Peki hangi kadın acıların kadını değildir ki? Hangi kadın ben çile çekmedim der? Her kadının çilesi kendinedir hayatta. Çekilen çile, tanrıyla onun arasında sırdır. Kadın bu sırra öylesine sadıktır ki, içi yansa da ağzını açıp tek kelime etmez. Bir şey onu kocasına, çocuklarına bağlar hep. Hayatını acıyla da olsa sürdürmeye, hayata tutunmaya ve ayakları üzerinde durmaya çalışır. Hep umutludur kadın. Onu güzel günler beklediğine, erkeğinin düzeleceğine inanmak ister ve neticede inanır. Erkeğinin affedilmeyecek hatalarından sonra kadının ayrılık girişimleri olsa da çoğu zaman affedici olur, karşısındakini ve kendisini acıdan geçici olarak kurtarır ve geleceğini karartır. Halbuki yapması gereken, bu ayrılık acısına katlanıp sonrasında huzur aramaktır.
13 Şubat 2010’da Milliyet yazarı Elif Berköz Ünyay’ın derlediği Bergen biyografisine bakalım, acıların kadınının acılarının sebebini anlamaya çalışalım.
1960’ta Mersin’de doğdu Bergen Abla. O altı yaşındayken annesi ve babasının boşanması üzerine annesiyle Ankara’ya taşındı. Yenimahalle Yunus Emre İlköğretim Okulunda öğretmenleri, müziğe yeteneğini keşfetti ve onu konservatuvara yönlendirdi ancak Ankara Devlet Konservatuvarı Piyano Bölümünü maddi sıkıntılar nedeniyle bitiremedi. Bir gece arkadaşlarıyla eğlenmeye gittiği, daha sonraları başkentin en marjinal gece kulübü olarak anılacak Feyman’a gittiler. Kulübün sahibi İlhan Feyman, 19 yaşındaki Bergen’in sesine hayran kaldı ve ona Feyman’da sahneye çıkmasını teklif etti.
Feyman’da bir süre sahne aldıktan sonra Adana’da Kuyubaşı Gazinosunda çalışmaya başladı. Sekiz aylık çalışma karşılığı kendisine verilecek otomobil teklifini kabul etti. Sekiz ay sonra emeğinin karşılığını alamayınca kandırıldığını anladı. O dönemlerde tanıştığı Halis Serbes, Bergen’in bu durumdan kurtulmasına yardım etti. Bir süre sonra Bergen, Halis Serbesle nişanlanıp Adana’ya yerleşti. Bergen’e sürekli şiddet uygulayan Serbes’in evli ve üç çocuklu olduğu ortaya çıkınca Bergen Ankara’ya döndü.
Osman Hattatla kısa bir birlikteliğin ardından Serbesle barıştı. Halis Serbes eşinden boşandı ve Ocak 1982’de evlendiler. Yine Adana’ya yerleştiler. Bir süre sonra Serbes, Bergen’in çalışmasını istemedi ve sanatçıya yine şiddet gösterdi. Bergen ilişkiye ara verip kulüplerde sahneye çıkmaya devam etti. Ekim 1982’de Halis Serbes tarafından beş yüz bin liraya kiralanan Şakir isimli adam, İzmir’de çalıştığı gece kulübünde Bergen’in yüzüne bir kova dolusu kezzap attı. Yüzü ve vücudu yanan Bergen’in iki gözü de kör oldu. Halis Serbes ise iki ay sonra yakalandı ve tutuklandı. Aylar süren tedaviden sonra Bergen’in bir gözü kurtarıldı. Yüzündeki yanık izleriniyse bugünün ünlü estetik cerrahı Onur Erol tedavi etti. Tedavi sonrası İzmir Alsancak’taki New York Gece Kulübü sahibi Cengiz Özşeker, Bergen’i tekrar sahneye çıkması için ikna etti.
Nitekim Bergen, kocasını affetti, cezaevinde ziyaretlerine gitti ve ondan boşanmadı. Kezzap olayından dolayı açılan davadan da vazgeçti. Bu süreçte Bergen’in albümleri büyük ilgi gördü ve 1987’de Bergen ‘En Çok Satan Arabask Kadın Sanatçı’ Unvanını aldı ve yılın ‘Arabesk Kadın Sanatçısı’ ödülünü aldı. Yine 1987’de İbrahim Tatlıses ve Müjde Ar’lı kadroyla gittiği Bursa’da sahneye çıkıyordu. Bu sırada Haftalık Müzik Magazin dergisinde Avustralyalı organizatör John Pale ile Bergen’in aşk yaşadığı iddia edildi. Bu haber üzerine, Adana Lunapark Gazinosunda şarkı söyleyen Bergen, gazinonun fotoğrafçısı tarafından bıçaklandı. Saldırının gerçek nedeni bilinmese de kocasının fotoğrafçıyı azmettirdiği öne sürüldü.
1987’nin sonlarına doğru İstanbul Çakıl Gazinosunda şarkı söyleyen Bergen, kocasının hapisten çıkmasına dört ay kala onun isteği üzerine sahneyi bıraktığını açıkladı. Kocası hapisten çıktı, Mersin’de yaşamaya başladılar. Ancak 1989’da boşandılar. Aynı yıl Bergen Anadolu turnesine çıktı. Bir Ağustos gecesi Kayseri’den Mersin’e giderken annesi ile Bergen, Halis Serbes’in kendilerini takip ettiğini fark etti, durumu polise bildirdiler. Polis gerekli tedbirin alınacağını söyledi. Gece 4’te Aspava Lokantasında Halis Serbes, Bergen’in karşısına çıktı. Bergen tartışma sonrası arabasına binmek üzereyken Serbes’in silahından çıkan altı kurşunla can verdi. Bergen’in annesi Sabahat Çakır da üç kurşunun hedefi oldu. Bir gün sonra Bergen sanatçı arkadaşlarının bile katılamadığı, apar topar düzenlenen bir cenaze töreniyle Mersin’de toprağa verildi.
Gel gelelim Halis Serbes’e, 12 Mart 1992’de Almanya’da yakalandı. 1 yıl 3 ay hüküm giydi ancak zaman aşımı, Almanya’da mahkumiyet süresi gibi hafifletici sebeplerle 7 ay sonra serbest bırakıldı. 1993’te yeniden evlendi, şu an Adana’da yaşıyor, 4 çocuğu var. Serbes, önce gazetelere yaptıkları nedeniyle pişman olduğunu söyleyen ropörtajlar verdi, bir süre sonraysa yaptığından hiç pişmanlık duymadığını, Bergen’in bu yaşananları hak ettiğini açıkladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder