4 Eyl 2012

Necip Fazıl'ı Analım



“Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme artık neye yarar?”

       Bu eşşiz mısraların ve daha nicelerinin sahibi Necip Fazıl. O, kendi poetikasını yazmış bir şair olarak değerlendiriliyor. Modern Türk şiirinin dava ve fikir adamı kimliğiyle Türk düşünce hayatının baş aktörlerinden. Onunla lise yıllarımda tanıştım. Şiirlerinde hep kendimden bir şeyler buldum. O, yazdıklarıyla benim sorularımı cevaplandırır gibiydi, çelişkilerimi çözümlüyor, içimi rahatlatıyordu. Lise yıllarında henüz şekil ve istikrar kazanmamış siyasi görüşlerim, dine bakış açım, maddiyat ve maneviyatın gündelik yaşantımdaki önem ve konumu Necip Fazıl’ın şiirlerinde yön buluyordu. Bu büyük şair, elinde tuttuğu kalem ve ruhunda taşıdığı yazma aşkıyla adeta beni besliyor, ruhumu dinginleştiriyordu. Felsefe derslerinde arkadaşlarımla ateşli tartışmalara tutuştuğumuz irade-kader çatışmasını, İslam dininde akılcılık ve teslimiyet çıkmazını, ırkçılık- milliyetçilik ve dindarlık- bağnazlık gibi yıllardır üzerinde uzlaşılamayan kavramları zihnimde netleştiren o oldu. Şiirlerinde ve diğer yazılarında insanlık, ölüm, Allah, dava, aşk ve tabiat gibi konularda yönelttiği düşündürücü sorular, beni kendi doğrularımı kendim arayıp bulmaya itti. Türk şairleri arasında bu yüzden benim için yeri bambaşkadır Necip Fazıl’ın. Şiirlerini, romanlarını, makalelerini, öykülerini bıkmadan usanmadan okurum, ağır diline ve zaman zaman anlaşılması güç imalarına rağmen. Onu bilge bir hoca gibi görürüm, ancak babamın bile her nasihatına kulak asmadığım gibi, Necip Fazıl’ın her dediğini de hayatıma uyarlayamam. Yine de onun kaleminin mürekkebi elime yüzüme çıkmamacasına bulaştı bir kere. Onun kaleminin tükenmeyen mürekkebi, felsefi dünyamın topraklarına cansuyu oldu, ruhumu budaklandırdı.
       Beni ve daha birçok okuyucuyu derinden etkileyen değerli şairimiz Necip Fazıl da gençlik döneminde birçok insandan etkilendi, kimi zaman onların yolundan gitti, kimi zamansa kendi bildiği yoldan. Hayatı ve etkisinde kaldığı insanlar ise genel hatlarıyla şöyle:
       Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904 tarihinde İstanbul’da, Çemberlitaş’ta Sultanahmet’e doğru inen sokakların birinde başı gövdesinden büyük ve doktorların yaşamasına ihtimâl vermediği bir çocuk olarak doğdu. Eğitimli ve sosyoekonomik statüsü yüksek bir ailenin çocuğuydu. Doğduğu evi şiirlerinden birinde şöyle anlatıyor:
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem!
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları.
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin işte evim!

      Necip Fazıl, çok yaramaz bir çocuktu. Babasının arabasının tekerleğiyle oynarken arabanın altında kalıp kafasını yaralaması, konaklarının çamaşırhanesindeki kireç kaymağını yemesi, babaannesinin piyanosuyla sürekli yırtıcı sesler çıkarması onun yaramazlıklarından yalnızca birkaçı. Hatta Kafa Kağıdı adlı eserinde; daha sedef kakmalı beşiğinde olduğu zamanlarında yaptığı yaramazlıkları, hatta kustuğunu bile hatırladığını iddia ediyordu.
      Okumayla erken yaşlarda tanıştı, tutkulu bir okuyucu hâline geldi, ufkunu okumakla genişletiyordu. Ancak mekteplerle ilişkisi çok da takdire şayan değildi. Okuldan kaçıp ata biniyor, gezmeyi, eğlence parklarında dolaşmayı tercih ediyordu. Kişisel veya ailevi sebeplerden ötürü defalarca okul değiştirdi. Felsefe eğitimleri almasına, Harbiye’de 6 ay öğrenim görmesine ve daha sonra da 6 ay yedek subaylık yapmasına karşın daha sonraları bankacılığa yöneldi. Yazmaya başlamasının hikayesini ise şöyle anlattı:
Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim...
Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter...
Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde...
Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp:
- Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
Gözlerim, hastahane odasının penceresinde...
Savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim:
- Şair olacağım! Ve oldum.

       Aynı zamanda 1916 yılında "Ne oldumsa bu mektepte oldum" diyerek değerlendirdiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun en iyi okullarından biri olan Deniz Harp Okulu'na imtihanla girdi. Bu okulda Türk edebiyatının en önemli şairlerinden biri,olan Yahya Kemal Beyatlı, büyük İslam alimi Ahmet Hamdi Aksekili, bir hitabet ustası olan Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi önemli isimlerle tanıştı ve kaynaştı. Ayrıca “Aynı Göğün İki Uzak Yıldızı” olarak nitelendirilen ve düşünce anlamında iki ayrı kutup olan Necip Fazıl ile Nazım Hikmet bu dönemde aynı okuldaydı. Nazım Hikmet, Necip Fazıl’dan iki dönem üstteydi ve aralarındaki atışma ile rekabetin tohumları, ta o zamanlarda Türk şiirine kök salmaya başlamıştı.
      Necip Fazıl’ın çocukluk ve eğitim hayatından, edebi kişiliğine yol alırken, aslında onun eğitim hayatının, gittiği farklı okullarda tanıştığı arkadaşlarının, aile çevresinin büyük payı olduğunu görüyoruz. Örneğin şiir yazdığı ilk yıllarda, şiirlerini bir defterde toparlayıp Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na veriyordu, Karaosmanoğlu’nun beğendikleri Yeni Mecmua ve Anadolu Mecmuası’nda yayınlanıyordu. Onun özel hayatı ile edebi kişiliği iç içe geçmişti ve her daim düşünce yapısı şiirlerinde kendini belli ediyordu. Ona göre şiirde fikir ve duyum ön plandaydı. Sanatın nasıl ve niçiniyle uğraşacak ve onu böylece bir bütün olarak yaratabilecekti. Ozanlık, “Ruh burkuntuları, metafizik ürpertiler içinde mutlak hakikati arama işidir” diyordu. Kendisi deli dolu dönemlerinden olgunluğa, yetişkinliğe ulaşırken, şiirleri de onunla birlikte serpilip yol katetti. O, modern Türk şiirinin mistik şairi oldu. Kitaplarının sayısı yüze yakın: Öykü, oyun,, şiir, makale, deneme, eleştri, biyografi türünde birçok eser verdi. Ancak en çok şair olarak ön plana çıktı. Merdivenler, Sakarya Türküsü, Çile gibi bazı şiirleri uzun yıllar dillerde dolaştı ve hala dolaşmaya devam ediyor.  Aynı zamanda halk şiirimizin öz ve biçim yapısından yararlan­dı ve halk şiirimize Batılı, modern bir özellik kazandırdı. Divan, halk, Tanzimat ve batı edebiyatlarına fazlasıyla hakim olduğundan, akımları birbirine bağlamak, sentezlemek onun . için zor bir iş değildi.   
        Necip Fazıl’ı şiirleri yönünden inceleyecek olursak, birçok şiir kitabı yazmasına rağmen elimizdeki kendisinin kabul ettiği tek kaynak “Çile” adlı kitabı.  Bu şiir kitabında tüm şiirlerini ayıkladı, düzenledi, sıraladı, altmış yıllık şiir serüvenini bu kitapta en öz haliyle birleştirdi. O, şiirlerini sahip olduğu bir mülk gibi, kendisini de mal sahibi olarak görüyordu. Kimi şiirlerini benimsemiyor, onlarla bağını koparmak istiyordu çünkü. Böyle şiirleri için “Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin…” diyordu ve ekliyordu: “İşte şiir kitabım, bu, hepsi bu kadar; ve bu kitaba gelinceye dek başka hiçbir şiir, bana, adıma ve ruhuma mal edilemez.” Bu açıdan, “Çile”, Necip Fazıl için çok önemliydi, çünkü onun tüm şiirlerini içinde barındıran ince elenip sık dokunmuş bir kitap.
      “Çile” adlı kitabında üstad şiirlerini konularına göre ayırdı.  Allah, İnsan, Ölüm, Şehir, Tabiat, Kadın, Korku, Gurbet, Hafakan, Ukde, Tecrit, Kahramanlar, Dava ve Cemiyet gibi birkaçı hariç sıradan temaları işliyor. Her tema için şiir sayısı on ile kırk arasında değişiyor. Bazı temaları doğaüstü ve tamamen hayali karakterlerle işliyor, fakat bazı şiirlerinde de öylesine gerçekçi ki kendi düşünce ve doğrularını tüm gerçekliğiyle insanın yüzüne haykırırcasına vurguladı.
       Biçim yönünden,  Necip Fazıl, ilk şiirlerinde çevresindekilerden de etkilenerek aruz ölçüsü kullandı. Daha sonraları halk ve tekke şiirimizin etkileriyle farklı hece ölçüleri denemeleri yaptı. Bu özgünlük denemelerine rağmen şunları söyler: “Ben şiirde nizamın taraftarıyım. Asla serbest nazma taraftar değilim. O bir mide gurultusudur. İnsanlar helada düşündüklerini alt alta yazıyorlar adına şiir diyorlar. Hayır! Nizam mevzubahis olunca da hangi nizam olabilir? Ya aruz, ya hece. Aruzda bir esaret vardır. Ahenge esaret…”  Buradan anlayabiliyoruz ki o sanat kaygısı güder ve ona göre şiir duygu ve düşüncelerin harman­lanıp şiir kalıbında, sanat kaygısıyla dillendirilmesidir.  Ama aynı zamanda ona göre şiir toplumun his ve fikir hayatını yansıtmalı­dır. Bu yönüyle de halk sanat için sanat ve toplum için sanat anlayışları arasında hangi tarafa daha yakın olduğunu net bir şekilde ortaya koymaz.
     Onun şiirinde halk şiirimizden koşmalar, destan, semai ve türkü; divan şiirinden gazel, kaside ve Fransız şiirinden sone örnekleri görüyoruz. Bir de Büyük Doğu Marşı adlı bir marş görüyoruz. Şiirlerin uyak düzeniyle ve dizelerin uzunluğuyla oynayarak farklı özgün şiirler türetmiştir fakat bu tip şiirleri genelde iki- üç mısradan oluşmaktadır. Ayrıca makalelerinin, oyunlarının, romanlarının dili çok ağır olmasına karşın, şiirleri genellikle fazla yabancı sözcük içermez ve dil açısından kolay anlaşılabilir şiirlerdir. Ek olarak, söz sanatları yönünden onun şiirlerinin hemen hemen hepsi bir hazinedir. Deyim ve atasözleriyle kimi zaman şiirlerini daha etkili ve akıcı hale getirmiştir. Örneğin “Manzara” adlı şiirinde, “Bütün manzara ucuz bir dekor muşambası / Kurtuluş günü çıkmaz ayın son çarşambası…”  diyerek “çıkmaz ayın son çarşambası” deyimini yerli yerince kullanarak, anlatımını okuyucuya daha çok hitap eder hale getirmiştir.
       Necip Fazıl hakkında söylenenler, onun birçok insanı derinden etkilediğini gözler önüne seriyor. O sadece Türkiye’de değil, dünyaca okunan bir düşünce adamı.  Eserleri pek çok dile çevriliyor ve okuyanlar hayranlıklarını gizlemiyor.
      Behçet Necatigil şöyle diyor Necip Fazıl için:
     “Tekke şiirimizin verilerini modern Fransız şiiri ölçüleriyle değerlendiren, şiirlerinde soyut insanın evrendeki yerini araştıran; madde ve ruh problemlerini, iç alemin gizli duygu ve tutkularını dile getiren Necip Fazıl; dinç ve oturmuş bir dil, mazbut ve sağlam bir teknikle yazdı.”

       Türkiye- Pakistan arasında resmi çevirmen olarak görev yapan, aynı zamanda değerli bir yazar olan Colonel Masud Akhtar Shaikh, Necip Fazıl için şunları söylüyor::
     “Tanrı tarafından okyanus derinliğinde bilgiyle donatılan bu Türk dahisinin akıl sır ermeyen bilgeliğinden yararlanan ilk ve tek Pakistanlı olmak benim için ne eşsiz bir onur. Necip Fazıl’ın bu çok geniş kitap koleksiyonundan faydalandığım için kendimi çok ayrıcalıklı hissediyorum. […] Onun yalnızca birkaç kitabını bile berrak bir zihinle okumak, beni metaformoza uğratıyor.”
   
      Dr. Mehmet Güneş, 20. Asrın Çile Harmanı adlı dergi yazısında şairimiz için şunları söylüyor:
    “O, Türkçe’yi emsâlsiz bir mahâretle kullanan, kelimeleri bir kuyumcu titizliliğiyle işleyip taçlandıran, infilâk hâlindeki yanardağlar gibi için için yanan, rûhu fırtınalı ummanlar gibi dalgalanan, engin muhayyilesiyle has şiirin şafağına dayanan ve “her mısraı bir şiir mecmuası” olan “Şâirler Sultânı”ydı… O, çölleşen fikir dünyamıza düşünceleriyle hayat veren, kandilleri sönmeye yüz tutmuş bir kubbenin rûhunu kalemiyle ateşleyen, kendimize ait mukaddes rüyâları görmemiz için “küllî bir tefekkür şuuru” oluşturmayı hedefleyen ve yeniden câmi merkezli bir medeniyet inşâ etmeyi gâye edinen eşsiz bir mütefekkirdi. O, mücerredi müşahhas sembollerle ifâde eden anlatım biçimiyle nesri canlandıran, makâlelerini çarpıcı cümlelerle şâha kaldıran ve müthiş hitabetiyle kitleleri heyecanlandıran muazzam bir kalem ve kelâm ustasıydı… “

       Dr. İhsan Alperen, Büyük Doğu’nun Düşünürü adlı makalesinde Necip Fazıl’dan övgü dolu sözlerle bahsediyor:
     “Evrensel ve millî düşünce perspektifini zihin ve gönül dünyasında fıtratın hamulesiyle yoğurup insanımıza servis yapan büyük insan… Keskin ve kıvrak bir zekâ… XX. yüzyılın yüz akı…Yaşarken her fâniye nasip olmayacak bir şekilde kıymeti bilinen, herkesin tanıdığı, bildiği, sözüne sohbetine itibar ettiği,düşüncelerinden istifade ettiği fakat vefatından sonra sanki unutturulmak istenen büyük aksiyon adamı…Ender insana nasip olacak derecede güçlü bir kalem sahibi… Kitapları, Büyük Doğu’su ve gazete yazıları hasretle beklenen büyük yazar…”

     Düşünce, Kültür ve Edebiyat dergisi olan ve günümüzde de büyük bir okuyucu kitlesini kendisine bağlayan Ay Vakti Dergisi’nin  105. Sayısında ise Necip Fazıl’ı okuyan gençler talihli olarak değerlendiriliyor, onun kitaplarını okumanın ve onu derinlemesine anlamanın önemi vurgulanıyor:
    “Ben sizleri üniversiteli gençler olarak gerçekten talihli buluyorum. Bu çağda yaşayıp da, Necip Fazıl’dan habersiz bir Türk genci olmak gerçekten acınacak bir durum. Çünkü Necip Fazıl hakikaten çok farklı ufuklara götürüyor insanı. Bir akşamüzeri Çetin Altan’a şöyle bir şey söylemiş, o da bunu 40 yıl unutamamış: “Kanatlarım ufuklara çarpa çarpa kanıyor, beni kimseler anlamıyor!” […] Cumhuriyet, belki de rejimler içerisinde İslam’a ve Türk kültürüne en uygun idarî yapıdır. Ama bunun Pozitivizmle, Rasyonalizmle ve Aydınlanma düşüncesiyle oluşturulması şart mıydı? Bu hayatî soruyu sormamız lazım.Bu soruyu dünyada ilk kez çok kuvvetli bir şekilde sorabilen ve alabildiğine muhasebesini yaparak ortaya koyan düşünür Necip Fazıl’dır. Aydınlanma düşüncesi yerine vahyin ışığında alternatif bir başka yaşama biçiminin, “Bugünküne mazi, yarınkine istikbal” diye ifade edildiğini görüyoruz.
       Necip Fazıl’ın bütün eserlerinde, şiirlerinden tiyatrolarına, yazılarından tarih muhasebesine kadar hepsinde bu var. Bu bakımdan Necip Fazıl, kendi çağının tarihteki en önemli dördüncü örneğidir. Ötekiler de Sokrates, İmamı Gazali ve Descartes’tir; bunların hepsi de diyalektik sorgulamacıdır.
       […]
      Zaman zaman Necip Fazıl ile Nazım Hikmet’i karşılaştırırlar. Hâlbuki Nâzım, Ârif Nihat Asya gibi, o seviyede bir şairdir. Ârif Nihat Asya, Osmanlı-Selçuklu sentezi bir Türk-İslam dünya görüşünün propagandasını yapar, Nazım Hikmet ise Sosyalizm ve Marksizm’in Sovyet yorumunun propagandasını yapar. Necip Fazıl’ın yorumu kendine özgü tasavvufi İslam anlayışı ile İmamı Gazali’de bir kök bulur. Onu maziden alıp istikbale getirir. Yunus’tan bugüne evliya şairlerin benimsediği tarih şuuru, kendine özgü bir hürriyet anlayışı vardır. Necip Fazıl, ne Yahya Kemal gibi Osmanlı yorumunu, ne Mehmet Âkif gibi Selefi yorumu kabul edip bunu tebliğ etmez. O hep kendine özgüdür…”
     Yazımı iki güzel fıkrayla yazımı sonlandırmak istiyorum. Bu fıkralarda Necip Fazıl’ın tarafındayım. Birgün Nazım Hikmet biyografisi yazarsam, o yazıyı takip eden fıkralar da Nazım’ın tarafını tutacak. Çünkü iki yazar da öylesine büyük ki, büyüklüklerini kıyaslamak bize düşmez.
     Necip Fazıl'la Nazım Hikmet'in kaldıkları hapishanede, tek kişinin geçebileceği bir koridor varmış. Koridordan Necip Fazıl geçerken karşıdan Nazım Hikmet de geliyormuş. Yaklaştıklarında Nazım Hikmet: "Ben Köpeklere yol vermem" demiş.
Sukunetini koruyan Üstad ise kenara çekilerek "Ben yol veririm." demiş....

     Nazım Hikmet ve Necip Fazıl Ramazan ayında arabayla gidiyorlarmış. Tabii Necip Fazıl oruç ama Nazım Hikmet değil. Nazım Hikmet Necip Fazıl ile dalga geçmek için yolun kenarındaki zayıf bir ineği işaret ederek Necip Fazıl'a demiş ki:
     -'Şunun haline bak,oruç tutmaktan ne hale gelmiş'
     Necip üstad altta kalır mı hemen cevabı yapıştırmış:
     -'Aaa Nazım sen bilmiyormusun hayvanlar oruç tutmaz..

Yahya Kemal Beyatlı'nın Mehlika Sultan'ı


    Kaf Dağının ardına gidilir mi
    Bu yolun sonu bilinir mi
    Gidip de dönmemek var
    Bir dilber uğruna
    Tatlı candan cayılır mı

    Yahya Kemal’in şiiri, bu soruların cevabını barındırır içinde, Mehlika Sultana ulaşmak için yola düşen yedi gencin hikayesini anlatır.
    Rivayete göre Kaf Dağı’nın ardında  Mehlika Sultan adında güzeller güzeli bir dilber yaşarmış. Bir kez bir gencin rüyasına girdi mi artık o genç asla iflah olmaz, mutlaka Kaf Dağı’nın ardına o güzeli bulmaya yola çıkarmış. Ümitlerle çıkılan bu yolculuk hem zahmetli hem de hüsran doluymuş.
    Mehlika Sultan özünde ulaşamayacağımızı bildiğimiz hayallerimizdir, düşlerimizdir. Ömür boyu çabalayıp elde edemediğimiz, yine de aradığımızdır. O aşkın kendisidir ve tüm aşıklar bu yolun yolcusudur.

     Mehlika Sultan

Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Kara sevdalı birer aşıktı.

Bir hayalet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rü'yalarına;
Hepsi meshur, o muamma güzeli
Gittiler görmeye Kaf dağlarına

Hepsi, sırtında aba, günlerce
Gittiler içleri hicranla dolu;
Her günün ufkunu sardıkça gece
Dediler: ''Belki son akşamdır bu''

Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daima yollar uzar, kalp üzülür
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.

Mehlika'nın kara sevdalıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.

Gördüler: ''Aynada bir gizli cihan..
Ufku çepçevre ölüm servileri...''
Sandılar doğdu içinden bir an
O, uzun gözlu, uzun saçlı peri.

Bu hazin yolcuların en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp attı suya.

Su çekilmiş gibi rüya oldu
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayal alemi peyda oldu
Göçtüler hep o hayal alemine.

Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Seneler geçti, henüz gelmediler;
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Oradan gelmeyecekmiş dediler.

Ünlü bestekar ve ud virtüözü Cinuçen Tanrıkorur Yahya Kemal'in birçok şiirini besteledi. Yahya Kemal keşke bu besteleri duyabilseydi... İşte bu şiirin bestesi: